7 Aralık 2012 Cuma

Minik Sahtekâr

Çocuklar saf ve temizdirler. Kötülük nedir, bilmezler. İçlerinden geldikleri gibi konuşurlar, hesap kitap yapmazlar. Melektirler, melek.... mi acaba? Okuyun, siz karar verin.

Deniz Münir, Ağustos 2012'de 3 yaşında bitirmiş, kocaman bir "abi" olarak, annesinin de yoğun ısrarı neticesinde okula başladı. Okul dediysem, bahçe içinde, yemyeşil, Hansel ile Gretel masalından fırlamış gibi duran yeşil bir köşk! İçi oyuncak dolu. Arkadaşlar, sevimli ablalar da cabası. Sabah kahvaltı sonrası gidiyor ve 3 saat oyun oynuyor. Sonra öğle saatinde de ya anneanne ya da babaanne alıyor. Bırakın 3 yaşındaki bir çocuğu, bu yaşımda bana bile çok cazip geliyor. :-)

Köşk anneme yakın olduğu için geçtiğimiz yaz hep bahçesinde oynayan çocuklara gıpta ile bakmış. O da girip oynamak istemiş. Annem de "bak hala totonda bezle doşalıyorsun, abi olamadın. Şu bez işini hallet, gidersin," şeklinde konuşunca, ( bizim de yardımlarımızla) bez işini halletti ve okula gitmeye hak kazandı!

Ama kazın ayağı hiç de öyle değil. Alışkanlıklarına ritüel derecesinde bağlı ve değişiklikten hiç hoşlanmayan Deniz Münir, iş ciddiye binip de okula gitmesi gerektiğini anladığında suyu koyuverdi. İlk başlayan çocuklarla 1 hafta tek bir öğretmen ilgileniyormuş, daha sonra sınıfa sokuyorlarmış. 1 hafta boyunca da bir büyük duruyormuş okulda, sonra yavaş yavaş yalnız bırakıp, en sonunda da bırakıp gitme şeklinde bir yöntem izleniyormuş.

Bu aşamaları tek tek yaptık, bırakırken biraz ağlayıp problem çıkarıyor ama, yine de vahim değil. Ben bıraktıktan sonra ağlamayı bırakıyor ve oyuna dalıyormuş. İnanırım, çocuğumu tanıyorum.

Ve fakat, her gün olan biteni en ince ayrıntısına kadar bıdır bıdır anlatan Deniz Münir, hiç bir şekilde okul hakkında konuşmuyor. Hiç bir şey anlatmıyor. Soruyoruz, duymazdan geliyor. Merak ettim, öğretmenine sordum. Meğerse hem bırakmamızı istemiyor hem de eğlendiği için okul hoşuna gidiyormuş. Eğlendiğini ve hoşuna gittiğini bilmememiz için de bir şey anlatmıyormuş.

Bir gün güzel güzel gidip bir gün zar zor ayrılırken, geçtiğimiz hafta okuldan bir mesaj geldi;
Okulumuzda yerden ısıtma borularından bazıları patladığı ve sınıflara su bastığı için 3 gün süre ile okulumuz tatil edilmiştir. Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Eyvah..! Tam alışmaya başlarken olacak iş mi şimdi bu! Sil baştan mı yapacağız yani?

Deniz Münir okulda tren kuruyor.

3 gün geçti, tam gideceği gün bir baktık, ateşi var ve hapşırıyor. Araya haftasonu da girince, bir 10-12 gün gitmemiş oldu okula.

Okul anneme oldukça yakın. Bizim evden anneme doğru giderken okulun önünden geçmek gerekiyor. Geçenlerde okulun önünden geçiyorduk, "Özledin mi?" diye sordum. Boş bulunup, "Evet" dedi...! "En çok kimi özledin peki?" diye sordum, "Nalan Hanım'ı" dedi. Çok güzel, maviş gözleri varmış... İyi haber, bizimki özlemiş okulu. 

Dün itibarı ile artık iyileşti ve okula gidebilecek duruma geldi. Annesi de akşamdan söylemiş, bak yarın gideceksin, diye. Sabah kalktık, her şey güzel, derken, bir anda ağlamaya başladı;
- Anne..! Korkuyom..! Okuldan korkuyom..!"
Elifcim de tüm tatlı haliyle oğlunu teskin etmeye ve ikna etmeye çabalıyor;
- Ne var oğlum korkacak? Anlat bakalım.
- Korkuyom..! Ühüü..
- Canım oğlum, bak ne güzel, oyunlar oynayacaksın, bir sürü arkadaşım var..

Sanırsınız ki Darülacezeye bırakıyoruz;
(Sıkı sıkı annesine sarılarak) "Korkuyom anne..! Bıyakmayın beni...!" Ühüü..

Baktım olacak gibi değil, gitgide katlanarak büyüyor olay, müdahil oldum. "Hadi," dedim, "geç kalıyorsun, sen çık artık." Okul 09:30'da başladığı için Elif bizden erken çıkıyor evden. Biz de Deniz ile kahvaltı edip öyle çıkıyoruz. Okula bırakıp öyle devam ediyorum işe ben.

Elif'e el salladık, masaya oturduk kahvaltı için. Her sabah televizyonda 10 dakika dizi olarak izlediğimiz Keloğlan karşısında kahvaltı ediyoruz. Bizimki arada sırada "Korkuyom baba..!" diye söyleniyor, ben de "Hadi hadi, korkmazsın," diye ciddiye almıyorum. Acıyıp "ah yavruuum.." moduna girsem, koyverecek. 

 
Bir ara dedim ki;
- Korkacak bir şey yok. Gidip güzel güzel oyununu oynayacaksın işte.
- Oynamıycam işte..! 
 - Aman, oynama..!
 - Çöp kutusunun üstüne oturucam..!
- Sakın ola ki sandalyeye falan oturma! Çöp kutusunun üstünden kalkma, tamam mı? 
- Kalkmıycam! Dıgı dıgılarımı da alıcam, onlarla oynıycam!
- Tamam canım. 




Aldı dıgı dıgılarını, bindik arabaya gidiyoruz.
- Babaa..!
- Efendim oğlum?
- Sakın sınıfa gelme, tamam mı?
- Gelmem oğlum.
- Sakın öğretmenlerimle de konuşma..!
- Konuşmam oğlum.
- Sakın sınıfta arkadaşlarımla eğlendiğimi öğrenme, tamam mı?
- Öğrenmem oğlum.
- Arkadaşlarımı sevdiğimi bilme, tamam mı?
- Bilmem yavrum.
Sonrası daha da komik; okulun kapısından giriş, öğretmeni görünce canhıraş ağlayış, ama ağlarken bir yandan beni de "öpüceeem.... yanağını uzaaat... kelinden de öpüceeem..." diye uğurlayış... "İstemem, yan cebime koy," durumları... :-D

Minik sahtekâr seni...! Madem hoşuna gidiyor okul, eğleniyorsun, arkadaşlarını da seviyorsun, ne diye bu inat be kuzum?

Çocuklar hesap kitap yapmazlar demek? Bizi susuz götürür susuz getirirler, haberiniz olsun..! :-)


29 Haziran 2012 Cuma

Bir Siyasetçi Yetişiyor...

Bu yazı, 18.06.2012 tarihinde Bodrum Gündem Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Deniz Münir, 3 yaşına basmasına 2 ay kalmış minik oğlum. İnanılmaz meraklı. Çevresindeki herşeyi en ince ayrıntısına kadar inceliyor, soruyor, sorguluyor, sorunlara kendince çözümler arıyor ve buluyor. Bulduğu çözümler bazen çok çocukça, bazen ise herkesi şaşırtacak kadar pratik ve kolay. Yaş itibarı ile herşeyi sahiplenme ve oyuncaklarını paylaşmama durumu var. Paylaşmayı, diğer çocuklarla birlikte oynamayı yeni yeni öğreniyor. Tüm o yaş çocukları bu durumda olduğu için bir sorun yok.


“Düldül” ismini verdiği bir atı var. Tekerlekli bir at. Evimizin hemen arkasındaki parka inerken düldülü de beraberimizde götürüyoruz. Düldül’ün de hava alması gerekiyormuş. Düldül ile parkta gezerken göreceksiniz; havası tam yerinde! Tüm çocuklar beyaz atlı prense bakıyor..! Bizimki de düldülü ile gururlu, geziyor da geziyor. Sanırsınız üstü açık araba ile Bağdat Caddesi’nde tur atıyor..! İsteyene de vermiyor..!

Herşey iyi güzel giderken, bir gün üç tekerlekli bisikleti ile bir çocuk gelmeye başladı parka. Bizimkinin havası hemen söndü tabii. Bisiklet daha cazip ya, herkes ona bakmaya başladı. Bizimki de dönüyor duruyor, bir şey de diyemiyor, durumdan hiç memnun değil. Önce bisikletin sahibine gitti, “Şen düldülüme bin, ben de bişikletle dolanayım,” dedi. Çocuk kabul etmedi. “Ama,” dedi bizimki, “oyuncaklarımızı paylaşmalıyız..!!!”

O güne kadar paylaşmaktan kaçan Deniz, bir anda parktaki en paylaşımcı çocuk oluverdi..! Baktı ki bisikletli çocuk oralı olmuyor, o zaman bisikletli çocuğun annesinin yakınlarında dolanmakta olan bir çocuğa gitti ve düldülünü verdi. Aylardır atı izleyen çocuk da aldı bir güzel ata binmeye başladı. Sonra döndü bisikletli çocuğun annesine; “paylaşıyom ne güzel...” dedi en masum bakışı ile ve tekrar bisikletli çocuğa giderek, “oyuncaklarımızı paylaşıyoz, ben de binebiler miyim bişiklete?” dedi. Olaya çocuğun annesi de dahil oldu ve “versene oğlum bisikletini kardeşe, bak ne güzel paylaşıyor o..!” dedi...! Sonunda bizimki hem bir çocuğu sevindirmiş oldu, hem bisikleti ele geçirdi hem de paylaşmış görüntüsü verdi. Kaybeden bir tek bisiklet sahibi çocuk oldu. Ben tüm olan biteni bir kenardan hayretle izliyordum, o an dahil oldum ve, “oğlum, bak bir tur sen bin, bir tur o binsin,” dedim. Sonuçta olay tatlıya bağlandı.

3 yaşındaki insanlar arasındaki sorunlar ile büyükler arasındaki sorunlar aslında pek de farklı değil. İktidar elde iken paylaşmayı bilmeyenler, iktidarlarının elden gitme ihtimali ortaya çıkınca bir anda paylaşımcı kesiliyorlar. İktidarı ele geçirmek için her türlü şeyi yapıyorlar. 3 yaşındaki oğlum bunu gayet güzel tahlil etmiş ve uygulamaya koyuyor ve işin ilginci, başarılı da oluyor. 3 yaşındaki birini eğitebilirsiniz, yontabilirsiniz. Ancak insanoğlunun içinden gelen bu davranış şekli eğitilmediği takdirde nelere yol açtığı ortada iken halen din eğitiminin eksikliğini tartışıyor isek, çok yanlış yoldayız, demektir.

Din eğitimi çözer mi diyorsunuz bu işi? Haydi canım siz de, güldürmeyin adamı..!

20 Ocak 2012 Cuma

Neden?

"Neden?" sorusu insanlığın ilerlemesinin tek sebebi bence. Eğer insanlık hiçbir şeyi merak etmeseydi şu an herhalde halen mağarada, bir şekilde yanmış ateşin sönmemesi için uğraş veriyor olurduk.

İnsanlık merak sayesinde gelişiyor, dedim ya. Çocuklar da öyle. Bebekler daha 4-5 aylık olup dikey duruma geçtikten hemen sonra etrafa meraklı meraklı bakmaya başlıyorlar. Hareketlendikçe öğrenmek istedikleri şeyleri önce ağızlarına götürüp tatmak istiyorlar, sonra elleri ile oraya buraya vurmak istiyorlar, konuşmaya başladıktan sonra da sormaya başlıyorlar.

İşte Deniz'le tam bu noktadayız. Bayağı bayağı, koca adam gibi konuşuyor artık bizimki. Mantık da ufaktan gelişmeye başladı. Artık verdiği bazı cevaplarla ve tepkilerle bize söyleyecek söz bırakmıyor.

Elif işe metrobüsle gidip geliyor. Bazı akşamlar onu metrobüsten alıyoruz Deniz'le. Genelde biz erken gidip bekliyoruz. Deniz sıkılıyor tabii hemen sorgu sual başlıyor;
- Anne nerdeymiş?
- İşteymiş.
- İş nerdeymiş?
- Balmumcu'daymış.
- Balmumcu nerdeymiş?
- Karşıdaymış.
- Karşı nerdeymiş?
- Köprünün öbür tarafındaymış.
- Köprü nerdeymiş?
- Boğaz'ın üstündeymiş.
- Boğaz nerdeymiş?
- Avrupa ile Asya kıtalarının arasındaymış.
- Neden?
- ????  
Biraz sabır gösterip cevaplarsan her sorunun cevabı var. Var, var olmasına da, öyle olur olmadık yerlerde "neden?" diye yapıştırıyor ki, insan ne diyeceğini bilemiyor. Sahi, Boğaz neden iki kıtanın arasında ki?

Konuşma şöyle devam ediyor;
- Neden?
- Ne bileyim ben yahu?
- Neden bilmiyosun?
- Bilmiyorum işte. Annen gelince annene sorarsın.
- Anne nerdeymiş?
- İşteymiş.
- İş nerdeymiş?
- Balmumcu'daymış.
... ve konuşma Elif gelene kadar böyle devam edip gider... :-)

Bir de hazırcevaplıkları, bulup buluşturdukları var bizimkinin.

Anne baba olarak Deniz'e çikolata, cips, hazır bisküvi, kek, hazır meyve suyu ve benzeri şeyleri vermiyoruz. Sağolsunlar bize Deniz'in bakımında yardımcı olan aile büyüklerimiz de bizimle aynı şekilde düşünüp vermiyor. Hem faydası olan şeyler değil, hem alışsın istemiyoruz, hem de nasıl olsa büyüyüp cebinde para olup alabildiği ve bizim kontrol edemediğimiz zamanlarda kaçak da olsa yiyecek. Şimdiden alışmaması daha güzel.

Her ne kadar ana kaide bu da olsa arada sırada istisna yapmıyor da değiliz. Örneğin kırk yılın başı yenmiş bir parça çikolata zehir olsa bir şey yapmaz.

Geçenlerde babamla mutfaktayız, Deniz de annemle arka odada. Annem bir parça çikolata vermiş bunun ağzına, demiş ki, "kimseye söyleme sakın!" Hem söylememesi lazım, hem de içinde tutsa olmayacak. Koşa koşa, bir hışım geldi yanımıza; "Biz bazen babaannemle çuku çuku yiyoz," dedi gitti. :-)) Hem içinde almadı, hem söylememiş oldu. Kırk yıl düşünsem bulamam bu lafı..! :-))

Anneannesi de babaannesi de biraz haşin severler çocukları. E ben de öyle. Şöyle sıkıştıra sıkıştıra. Deniz de seviyor. Geçenlerde anneannesi biraz fazla sıkıştırmış olacak ki yemiş lafı: "Aaa..! Napiyosun sen yaa? Deli misin nesin...!"

Trafik sıkışır veya önümüzdeki araba aniden durur; arkadan hemen duruma el koyar bizimki: "Yürüsene taş arabasııı...!"


Sabahları annesinin, dedesinin, benim işe gitmemizi istemiyor haliyle. Derdi gücü hep beraber oturup oyun oynamak. 2,5 yaşındaki bir çocuk daha ne ister ki..! Dedesi Türker İnanoğlu ile birlikte çalışıyor. Dedesine sarılıp bırakmak istemediği bir sabah Deniz'e "Türker Bey çağırmış dedeni, acil gitmesi gerekiyor." dedik. İzin verdi gitmesine. Aradan birkaç gün geçti, yine anneannesine gittiği bir gün, biraz geç gittik herhalde ki, dedesi biz gelmeden çıkmış evden. Sordu bizimki;

- Dede nerdeymiş?
- İşe gitti Denizcim. Bekleyemedi.
 Bizimki hemen kapıdan tersyüz döndü;
- Türker Bey'e gidelim. Konuşcam! Kızcam ona! Bağırıcam!  
Güzel yavrum benim... Hep iyi insanlarla karşılaş, hep yüzün gülsün...!